“İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) dolayısıyla karada ve denizde fesat zuhûr etti. Bu, onlara, yaptıklarından bâzısının acısını tattırmak içindir. Umulur ki (tuttukları kötü yolu terkedip) Hakk'a dönerler.” (er-Rûm, 41)
Âyet-i kerîmeden anlaşılacağı üzere, gerek tabiat gerekse içtimaî şartlarda zuhûr eden düzensizlik, dağınıklık ve perişanlık, insanların elleriyle kazandıkları yüzündendir. Bütün bunlar, şirk, ahlâksızlık, haksızlık ve nefsin hevâsına uyularak yapılan aşırılıklar sebebiyle olmuştur. Allâh Teâlâ, tevbe edip şirkten vazgeçerek fıtrat dînine, sağlam ve düzgün yola dönsünler diye, yaptıklarının bir kısmının cezâsını kendilerine bu dünyâda tattırmaktadır. Eğer tevbe edip sırât-ı müstakîme dönmezlerse cezâlarının tamâmını âhirette tadacaklar, asıl cezâlarını orada çekeceklerdir. Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allâh, çoğunu da affediyor.” (eş-Şûrâ, 30)
Nitekim Cenâb-ı Hak, kullarının irtikâb etmiş olduğu günahların cezâsını ekseriyetle âhirete tehir etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:
“Eğer Allâh, insanları zulümleri yüzünden cezâlandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı…” (en-Nahl, 61)
İşlenen günahların bir kısmı mukâbilinde gelen bu musîbetler, belki insanlar ıslâh olurlar diye ilâhî bir îkâz keyfiyeti taşımaktadır.
Ancak Allâh Teâlâ'nın hâlis mü'minler hakkındaki kânunu bundan biraz farklıdır. Çünkü mü'minlere gelen musîbet ve sıkıntılar, onların kulluktaki noksanlıklarına, günah ve hatâlarına keffâret olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi, Allâh, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)
Allâh'ın rızâsı için çalışıp-çabalayan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, onun sadece günahlarına keffâret olmakla kalmaz, bunun yanı sıra Allâh indindeki derecesini de yükseltir.
Cenâb-ı Hak, helâk olmuş kavimlerin kıssalarını kıyâmete kadar gelecek insanları îkâz etmek ve onlara bir ibret göstermek için tekrar tekrar anlattığını şöyle ifâde buyurmaktadır:
“And olsun ki, civârınızdaki memleketlerden nicelerini helâk ettik. Belki doğru yola dönerler diye âyetleri (böyle) tekrar tekrar açıklıyoruz!” (el-Ahkâf, 27)
“Celâlim hakkı için bunu (Nûh'un gemisini ve tûfan alâmetlerini) bir ibret olarak bıraktık! Hiç ibret alan yok mu?” (el-Kamer, 15)
“Onlardan önce, kendilerinden kuvvetçe pek üstün nice nesiller helâk ettik. Onlar beldelerde sığınaklar edindiler, kaçacak delik aradılar; hiç (ölümden) kurtuluş var mı? Bu hususta, kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimselere mev'izalar ve ibretler vardır.” (Kâf, 36-37)
“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı, elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalbler kör olur!” (el-Hacc, 46)
Kalb; bütün hislerle birlikte zihnî ve ahlâkî vasıfların merkezi olarak kabul edildiğinden, âyet-i kerîmedeki ifâde, kendi inatları ve küfürde ısrarlarının onları hakîkati işitmekten ve akıllıca hareket etmekten alıkoyduğunu beyân etmektedir.
KAVİMLERİN HELAKI
Rabbimiz; Nemrûd'un ateşlerini Hazret-i İbrâhîm'in îmânı ile gülistâna çeviren, Firavun'un saltanatını Hazret-i Mûsâ'nın asâsı ile altüst eden, Kâbe'yi yıkmaya kalkışan Ebrehe ordularının fillerini ve askerlerini küçük kuş ordularına çiğneterek Mekke'nin civârını fil mezarlığına çeviren, benzeri diğer azgın kavimleri altüst eden ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i, “melek, rüzgâr, korku” gibi görünmez askerlerle te'yîd ederek O'na zafer ufukları açan, kahredici bir kudret sâhibidir.
Kahır mekânları, dûçâr oldukları felâketin izlerini ve tesirlerini kıyâmete kadar üzerlerinde taşımaktadırlar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Vedâ Haccı”nda Mina ile Müzdelife arasındaki Muhassir Vâdisi'ni geçerken sür'atlendiler. Sahâbe-i kirâm hazarâtı:
“–Yâ Rasûlallâh, ne hâl oldu, niçin acele ediyorsunuz?” diye sorunca, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:
“–Bu mekânda Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordularını kahretti. O kahır tecellîsinden bir hisse gelmemesi için sür'atlendim!” buyurdular.
Nitekim hacda bu mekânda vakfe yapılmaz.
Yine Tebük Seferi'nde ashâb-ı kirâm, Semûd kavminin helâk olduğu yerden geçerken Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu taştan oymalı evlere hüzünle girin! Buradan bir şey de almayın! Çünkü burada azgın bir kavme azâb-ı ilâhî geldi...” buyurmuşlardı.
Sahâbe-i kirâm:
“–Yâ Rasûlallâh, kırbalarımızı su ile doldurduk. Hattâ bu su ile hamur yaptık!” dediler.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sularınızı boşaltın, hamurlarınızı da dökün!” buyurdular. (Buhârî, Enbiyâ, 17)
İlâhî kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyân ve günah yüklü mekânlarda mânen devâm eden o kahrın in'ikâsına mâruz kalmamak için oralarda bulunmamak, zarûreten geçmek gerektiğinde ise sür'atle geçmek îcâb eder.
Kâbe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve diğer peygamberlerin kabr-i şerîfleri, mescidler, sâlih ve sâdıkların bulundukları mekânlar da, feyz tecellîlerinin kesif olduğu yerlerdir. Buralarda, gönlümüze bereketli rahmet ve feyz yağmurları boşalır.
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'dan itibâren, zaman zaman insanları, daldıkları îmansızlık ve ahlâksızlık karanlıklarından kurtarmak için peygamberler gönderilmiş ve kitaplar indirilmiştir. Bu, Rabbimizin kullarına büyük bir lutuf ve ikrâmıdır. Nihâyet insanlığın ebedî mürşidi son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Bu sûretle çöle inen ilâhî nûr, sonsuzluğu gölgesine aldı.