“Kim ki Allah için kalbinde samimî bir talep, hâlis bir niyet, gerçek bir azim ve gayret taşımıyorsa, onun işi, soğuk demiri dövmek gibi, boş ve faydasız bir yorgunluktan ibârettir.”
Müʼmin, Allah yolundaki her türlü cehd ü gayrette, bilhassa din kardeşinin derdiyle dertlenmek hususunda, hâlis bir niyet ve samimî bir gayret sahibi olmalıdır. Zira bunun aksine “Dostlar alışverişte görsün!” kabîlinden, sırf zâhiri kurtarmak için veya fânîlerin ayıplamasından çekinerek, yapmacık hâl ve tavırlar sergilemekle, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına kavuşulamaz.
Müʼmin, ümmetin ıztırâbı karşısında yüreği yanan, dertli insandır. Mehmed Âkif, bu hâlet-i rûhiyeyi ne güzel ifade eder:
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim…
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!..
Dolayısıyla, ümmetin ıztırapları karşısında üzülüyormuş gibi yapıp hiçbir gayrete girmemek, açık bir samimiyetsizlik ifadesidir. Bir taraftan zâlimlere kızıyormuş gibi yapıp diğer taraftan o peygamber kâtili lânetli kavmin ve destekçilerinin ürün ve hizmetlerini satın almak, onlara arka çıkan firmaların moda markalarını tercih etmeyi sürdürmek, onların taraftarı olan televizyon kanallarının, yazılı ve dijital mecrâların müdâvimi olmak, velhâsıl zâlimlerin değirmenine su taşımaya devam etmek, büyük bir riyakârlık ve gaflettir.
Bu hususta samimiyetten uzaklaşıldığı takdirde, kişi nefsinin maskarası ve menfaatlerinin putperesti hâline gelir. Îman hassâsiyetleri yerine, dünya menfaatleri ön plana çıkmaya başlar. “Hoşgörü” adı altında yanlışları hafife almaya, “Aman kırılmasın, gücenmesin, dostluk ve menfaatimiz zedelenmesin, ticaretimiz zarar görmesin…” gibi düşüncelerle, zâlimlere karşı sessiz kalmaya başlar. Hâlbuki zulme sessiz kalmak, ona ortak olmak demektir.
HİÇBİR ŞEY YAPMAYANLARIN AKIBETİ
Zulüm ve haksızlık yapanlara, eliyle, diliyle veya kalbiyle gereken İslâmî tavrı sergilememek, o yanlışlıkların yaygınlaşmasına, meşrû görülmesine ve neticede alenen ve pervâsızca işlenmesine zemin hazırlar. Nitekim İsrâiloğulları’nın bozuluşu da, dünyevî menfaatlerini kaybetmek korkusuyla verdikleri tâvizler neticesinde başlamıştır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu şöyle haber vermişlerdir:
“(Benî İsrâil halkı) ilk zamanlar, kötülük yapan birini görünce:
«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde (menfaatleri ön plana gelir) onunla birlikte yiyip içebilmek ve yanında oturabilmek için bir daha îkâz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları söylerken bir yere yaslanarak konuşuyordu. Birden doğruldu ve sözlerini şöyle tamamladı:
“Ya siz de birbirinize iyilikleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî olursunuz, yâhut Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336)