Yer Bedir kuyuları. Bundan 1500 küsur yıl öncesi.
Müşriklerin hazırladıkları orduya karşılık savunma konumuna geçen Alemlere rahmet olan ve sahabe Bedir Kuyuları’nın etrafında karargâh kurmuşlar. Henüz otuzlu yaşlarda olan Hubab bin Munzir (ra.) adında bir sahabe Alemlere rahmet olanın çadırına izin isteyerek giriyor ve “bizi bu kuyuların etrafında toplayan emir vahye mi aittir, yoksa senin fikrin midir ey Allah’ın Resulü?” diye soruyor. “Benim fikrim” cevabını alınca da bu genç sahabe, karargâhın müşriklere en yakın kuyunun yanına kurulması gerektiğini ve diğer su kuyularının da kapatılması gerektiği fikrini savunuyor.
Yapılan istişarede bu genç sahabenin fikri, Alemlere rahmet olanın da hoşuna gidiyor ve karargâh en yakın kuyunun yanına kurularak diğer kuyular kapatılıyor ve Bedir zaferle sonuçlanıyor.
Nebevi ahlâkın en önemli nişanelerinden biri olan “istişare” ahlâkının güzel bir örneği olan bu yaşanmışlıkta dikkatinizi çekti mi bilmiyorum!
Ama Alemlere rahmet olan, “hooop, sen kimsin de bana gelmiş akıl veriyorsun? Ben Allah’tan vahiy alan bir peygamberim! Kararlarımı sana mı danışacağım? Siz kim benim verdiğim kararları tartışmak kim” demiyor!
Aksine ısrarla “ben de sizin gibi bir beşerim, hata yapabilirim!” imajını hep canlı tuttuğu için otuzlu yaşlarda bir sahabenin ortaya attığı fikre, ruhunun ve zihninin pencerelerini açık tutarak; yönetimin hükmetmek değil, istişare ahlakıyla en doğruya ulaşarak hizmet etmek olduğu fikrinin altını aldığı kararlarla imzalıyor.
Geçmişin, zamanımızın kalbine fısıldadığı bu yaşanmışlığı alıp günümüze kodlayalım;
Ülkenin her tarafı ama sabotaj, ama doğal sonuçlar, ama kasıt, ama ihmallerle cayır cayır yanıyor. Bir diğer cephede ciddi bir mülteci istilası altındayız. Başka bir cephede her gün şiddet haberleri, öfke ve nefretin sebep olduğu sahneler; gözümüze hatta benliğimize durup dinlenmek bilmeyen bir enformasyon sağanağı ile çarpıyor.
Sosyal medyada birbirini “öteki” ilan eden ve bu ötekileştirme üzerinden dudaklarının kenarından sızan kardeş kanlarını görmeksizin, kelimelerle katleden muazzam bir kalabalık harfleri kılıç kalkan kuşanmış birbirini haklamakla meşgul.
Tevazu peçeli kibrimiz, ihlas libaslı riyamız, zekâ kılıklı üçkâğıtçılığımız, uyanıklık suretli dalaveremiz; kulluğu ibadetten ibaret zannedişimizle kendimize, fikrimize, insanımıza, tarihimize, coğrafyamıza, değerlerimize ve en önemlisi de insan yanımıza düşman oluş serüvenimiz sarf edilen her kelime; öfke ve nefret kusan her hitapla daha da hızlanıyor.
Ancak sadece bu kadarla değil tablo.
Karanlık eller; toplumu ayrıştırmak, bölmek, gruplara ayırmak adına ekilen fitne tohumlarını fesad ağaçlarına dönüştürmek için tarih boyunca belki de görülmemiş bir mesai ile canla başla didiniyor. Onların bu canhıraş mesaileri yoğunlaştıkça da tarlalarımız nemli olduğu için ektikleri fitne tohumları anında birer fesat ağacına dönüşüyor ve biz yeşeren her fesat ağacı ile bizi insan kılan meziyetlerimizi de kaybediyoruz yavaş yavaş.
Lafın kısası, herkesin kötüsü “bir başkası” olduğu için, toplumsal olarak kolektif kibrimizin, kitlesel kayıtsızlığımızın, ölçüsüz tutumlarımızın, düşüncesiz kararlarımızın, salgın gibi yayılan narsizm ve bencilliğimizin, idrak yetimliğimiz ve tüketim hırsımızın bedeli zorlu bir süreçten geçiyoruz ve insan denen varlık tüm şefkat tokatlarına ve tüm ikazlara rağmen, “birbirine emanet edildiği” bir eko sistem içinde hem kendi varlığına hem de ona secde ettirilen kâinata edebiyatın kifayetsiz kaldığı bir ihanet içinde yaşam sürmeye devam ediyor.
Peki asıl sebep ne?
İnsanlığın kendini kemirme süreci olarak gördüğüm bu zaman diliminde sığındığımız uyuşmalardan, fanatiği haline geldiğimiz taraftarlıklarımızdan elimizi eteğimizi çekip, canımızı yakacak bir zihin ve kalp berraklığına kendimizi teslim edebilir miyiz veya bu derece zıvanasından çıkmış zihinler, yanaşır mı böyle ağır bir bedeli ödemeye bilmiyorum.
Ama bugünkü tablonun bence iki sebebi var;
İlki ve bence en önemlisi üzerimizden bir türlü çıkarıp atamadığımız “taraftarlık” gömleğimiz. İkincisi ise elindeki birkaç kırıntılık malumatla hemen her alanda devasa fikirler bina edebilen mütefekkirlerimiz(!).
Yazmıştım ve sanırım bu konuyu ısrarla yazmaya da işlemeye de devam edeceğim;
Arz ettiğim gibi ilk ve en önemli karın ağrımız, “taraftarlık!”
Hepimiz değilse bile toplumun azımsanmayacak kadar büyük bir kesimi sorunları başkası üretiyor, biz de o sorunların mağduruymuşuz gibi düşünüyor ve ona göre hareket ediyoruz.
Algılarımızın tahtına oturan medya krallığının sayesinde hangi fikir, ideoloji ve düşünceye sahip olursa olsun artık hemen her ferdimiz, bir ‘idrak yolları enfeksiyonu’ ile ufacık bir yanlışı eleştireni “hain”, bir tehlikeyi dillendireni “fetbaz”, kendisi gibi düşünmeyeni veya onun tekeline aldığını sandığı doğrularıyla hareket etmeyeni “işe yaramaz” addederek ötekileştiriyor. ‘Öteki’nin iyiliğini, kurtuluşunu kendisine benzemesi, onun istediği gibi fikretmesi şartına bağlayarak üstelik.
Hangi taraf, düşünce, fikir olursa olsun her taraf kendini en iyi, en doğru, en güzel ilan etmiş durumda ve bu yüzden “öteki” ilan ettikleri de hep hatalı, kusurlu,günahkâr,bilinçsiz, ahlâksız, cahil. Az buçuk görüp çok buçuk hükümler verilen bir toplumda da doğal olarak herkes bir başkasının sağırı, kendisine benzemeyenin körü.
“Taraf olma” duygusu bizi o kadar esir almış durumda ki, fiili değil faili merkeze alan bakışlarımıza sadece duyduklarımızı tercüman kılarak; ilkeler yerine ilişkileri önemseyerek, ne söylediğimizden ziyade neden söylediğimiz ve en önemlisi de hangi tarafa söylediğimiz odak noktası haline geldi.
Konu ne olursa olsun olan bitenin “duygu”su bizi tatmin ettiği için “bilgi”sini sorgulamıyoruz bile. Zira manayı ve hikmeti aramak yerine imajlarla yetinen, hipnotik sözcüklerle duygulanıp sloganik cümlelerle düşünen bir toplum haline geldik.
Bu yüzden de söz konusu bu mümbit coğrafya ve ortak yaşam alanlarımız olsa dahi, kurduğumuz duygusal, sosyo-ekonomik, ideolojik veya kimliksel ilişkilerimizden bağımsız bir şekilde doğruya doğru eğriye eğri diyemez hale geldik.
“Benden olan, benim gibi düşünen, istediğim gibi davranan kötü olsa bile iyidir; benden olmayan, benim gibi düşünmeyen, istediğim gibi davranmayan iyi olsa bile kötüdür” anlayışı üzerine bina ettiğimiz fikir dünyamız; bizden olan kötüleri bile bizden uzaklaştırırken, bizden olmayanları da bize iyice düşman edip hasım haline getirdi.
Ancak bu sadece bir kesim için değil, emin olun ki gördüğüm ve algıladığım kadarıyla her kesim için böyle. Görünen o ki olmaya da devam edecek.
Öyle olmasa kendimizi aynı coğrafyada yaşadığımız, aynı ortak paydalar etrafında buluştuğumuz, aynı acılarla hemdem olduğumuz, aynı sevinçle sürura erdiğimiz; hatta ezici bir çoğunlukla aynı Rabbe iman ettiğimiz, aynı kıbleye döndüğümüz, aynı manevi mirasa sahip olduğumuz halde, “öteki” bellediklerimizin aynasında aklamaya çalışır mıydık?
Sağ-sol, Türk-Kürt, dindar-laik; hatta bin küsur yıllık Alevi-Sünni, Ehl-i Sünnet-Şia sürtüşmesinin temel nedeni de; toplumdaki bütün zıtlaşmaların, inatlaşmaların, kavgaların, düşmanlıkların; kan, kin ve nefret olaylarının arkasında yatan tek kavram “taraftarlık” değil mi sizce de?
Bugün aynı cemaate, tarikata, fikriyata sahip olmayanların camileri bile farklı artık farkında mısınız? Bir toplum için bu kadar uç ve bu kadar keskin ayrışmalardan daha büyük bela, daha büyük musibet olur mu bilmiyorum!
Tarih ve güncel şahit ki; dinsel, mezhepsel, ırksal ve siyasal etiketlerimizden kurtulup “düz insan” olmaya çalışmadıkça; aynı gemide olduğumuzun farkına varıp kenetlenmedikçe, birbirimizi yiyip bitirdiğimiz bu anlamsız ve mantıksız zıtlaşmalardan, kavgalardan, düşmanlıklardan; kan, kin ve nefret ortamından kurtulmamız mümkün değildir!
İkinci sebep ise “liyakatsizlik!”
Bu üzerinde ciltler dolusu kitaplar yazılacak bir konu olsa da, ben “liyakat” konusunu gündemimize endekslemek adına sadece mevcut tablo ile sınırlı tutmaya çalışacağım.
Ülkemize ait resmi istatistikler irdelendiğinde bile, her bin kişiden sadece iki kişinin düzenli kitap okuduğu; okumayanların ise ya okuduğu üç beş kitabın önsözü, ya ordan burdan (ç)aldığı malumat kırıntıları ya da Google’dan apardıkları ile başımızdan aşağı bu kırıntıları bilgi diye boca ettiği bu çağda (hep arz ettiğim gibi) herkes herşeyi biliyor.
Zilletin tevazu, sünepeliğin ise tevekkül etiketi ile pazarlandığı, hemen herkesin hemen her şeyden şikayetçi olduğu, ama bu şikâyet furyasına rağmen kimsenin hiçbir şey yapmak için çaba göstermediği ve eskilerin “kanaat” olarak adlandırdıkları kavramın yerinde yeller estiği puslu bir çağın göğsünden süt emiyoruz hepimiz.
Bakın ekranlarımıza mesela; başta sağlık olmak üzere siyaset, eğitim, ekonomi, magazin, spor, alışveriş, deprem, sel, yangın, terör (sayın sayabildiğiniz kadar) konularında konuşanlar hep aynı kişiler hep aynı yüzler. Sanırsınız ki her birini ayrı ayrı kopyalayıp aynı anda farklı fakültelere ışınlayarak, tüm bilim- ilim- eğitim- sağlık- ekonomi- siyaset okullarından mezun ederek her konuda bilgi sahibi yapmışlar.
Sadece ekranlarda mı böyle bu durum? Hayır maalesef!
Ülkede az evvel andığım okuma oranına rağmen günde iki yüz civarında yeni kitap çıkıyor ve köşe yazarı sayımız milyonu katlamış durumda. Metin yazarlığı, içerik editörlüğü gibi henüz yeni yeni filizlenen alanları saymayacağım.
Böyle olunca da doğunca annesinin, okulda öğretmeninin, evlilikte eşinin, askerde (erkek ise) komutanının, işte patron veya amirinin susturduğu bir toplum konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor.
Alemlere rahmet olanın dahi kendisine inen ilk ilahi emri “bilmiyorum” şeklinde bir hitapla karşıladığı, eskilerin “bilmiyorum” erdemiyle tevazunun zirvesine ulaştığı bir manevi mirasın üzerinde tepinirken, bilgelik(!) taraftarlık gibi bir vebayla buluşunca ne olur bunu tahmin etmek zor değil.
Göremiyoruz ama yorulan umudumuzun fitilini ateşlediği öfkelerimiz, sırf bu aktarmaya çalıştıklarım yüzünden her an için uyanık. Ancak öfkeyle yaşamak, her güne nefretle, endişeyle, korkuyla uyanmak, içinde durmadan kötülük biriktirmek, herkesten önce kişinin kendi insanlığını çürütüyor, kendi hayatını herkesten önce kendisi için günden güne ağırlaşan bir yüke dönüştürüyor.
Çünkü öfke, endişe ve korkularımızın ateşli topları önce bizim içimizde patlıyor. Nefretlerimizin zehirli okları başkalarına ulaşmadan önce bizi zehirliyor. Kötülükler, dışa vurduğumuzdan çok daha fazla içimizde kökleşiyor. İçimizde kök salmasına izin verdiğimiz bütün bu kötülüklerle de hayatı ve bu hayatın bize sunduğu anlamı yavaş yavaş yok ediyoruz. Bu sayede de her geçen gün biraz daha kirleniyor, kararıyor, zehirleniyoruz.
Bakın mesela, artık sosyolojik röntgenimiz haline gelen sosyal medyaya;
Hayatı doğduğu günden, yaşadığı şehirden, bitirdiği okullardan, gittiği ülkelerden, okuduğu kitaplardan, izlediği filmlerden, kullandığı markalardan, takıldığı ortamlardan, bulunduğu mekânlardan, donattığı sofralardan, yaptığı paylaşımlardan, gülümsediği fotoğraflardan, süründüğü kokulardan, yakaladığı trendlerden, kendisini öznesi sandığı bilişiminden, iletişiminden, etkileşiminden, baktığı ekranlardan, dokunduğu tuşlardan, tıkladığı linklerden, yaptığı yatırımlardan, açtırdığı hesaplardan ibaret sanıyor artık insanlar.
Zihin dünyamızın barometresi olarak gördüğüm sosyal medya hesaplarından (başta kendi nefsim) neredeyse hepimiz “insanın pek kendinde olmadığının” farkındalığıyla olsa gerek, sürekli insanı kendine çağıran laflar ediyoruz, ama nafile. Nafile çünkü; bu çağrılar, bu çağrıları yapanlar da dahil olmak kendine dönmek üzere herhangi bir şey yapmıyor.
Çünkü sözler samimiyet barındırmıyor. Samimiyet barındıran sözler de bunca hengâme içinde kaybolup gidiyor. Bu sebeple de kendinde olmama hali da giderek yerleşip “normal” görülmeye başlanıyor. Zira biz kabul etmesek de kendimize dönme ihtimallerine dair o hoş tekerlemeleri, kendinde olmadan yaşama suçunu aklamak için birer imkân olarak kullanıyoruz.
Peki bu işi nasıl başaracağız derseniz?
“Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” gerçeğini benliğimize fısıldayan bu okul; hakikate talip olan, bilgeliğe erişerek sevgiyi, merhameti, adaleti yaymak isteyen ve bu sayede de toplumun ıslahına çalışan kişiyi özüyle buluşturduğu gibi aynı zamanda mekânsal olarak bir “mağara” olduğu için hayat standartlarındaki en alt seviyeyi gösteriyor.
Yani bu okulun ilk şartı, “fedakârlık”.
Öyle ya, fedakârlık olmadan hiçbir dava yürümez, yürütülemez. Ama bu fedakârlık, okuyarak ve dinleyerek değil ancak yaşamakla, yaşatmakla öğrenilir ki, bu durumda yaşayan modeller çok önemlidir.
Konuyu fazla uzatmamak adına “fedakârlık” konusuna burda girmek istemesem de kısaca diyebilirim ki, bugünkü İslam dünyasının en büyük çıkmazı öndeki zatların sorunlu olmasıdır!
Zira âlemlere rahmet olanın kanaat, şükür, tevazu dolu ve “hiçlik” üzerine bina edilmiş yaşamına rağmen; bu değerleri anlatan, O’nun kürsüsünden, O’nun hırkasıyla bağıran ama bir eli yağda bir eli balda olan lider ve hocalardan fedakârlık değil ancak sefahat öğrenilebilinir!
Çünkü kendinden başlamak adına “Hira Okulu”na adım atan birey; dünya adına tüm beklenti, istek ve taleplerini o “mağara”nın kapısında bırakacak ve böylelikle de bu standarda alışan bir birey olarak hayatta karşısına çıkan hiçbir engele karşı yılgınlık göstermeyecek, şikayet yerine şükür makamında olacak; okuma ve anlamalarından elde ettiği bilgiyi “hâliyle” “yaşa”maya başlayacağı için yaşadığı çağa (çevresinden başlayarak) “taşı”maya da adım atmış olacaktır.
Rabbim her birimize “özünden” okumayı, bu “özü” anlamayı ve yaşamayı; dilimizden ziyade “hâlimizle” taşımayı ve sorunlarımızı “ortak akıl” ile, “istişare ahlakı” ile çözebilmeyi nasip etsin!